Kategoriler
Faydalı Bilgiler Kültür/Sanat

Ata Sporlarımız Hangileridir?

Ata Sporları

Orta Asya Türklerinden itibaren Anadolu’ya göç edildikten sonra ve günümüzde de bahsedilen iki coğrafyada yaşayan türkler tarafından yapılan sporlardır. Yüzyıllardır yapılan bu sporlarla ilgili olarak  daha çok güç,dayanıklılığı ve cesareti ölçmek için yarışmalar düzenlenir.

Sponsorlu Bağlantılar

En bilinenleri ve günümüzde hala  yapılan ata sporlarımız :

  • Cirit
  • Okçuluk
  • Atçılık-Binicilik
  • Güreş
  • Kılıç sporları

Ata Sporlarımız

İşte en bilinen ata sporlarımız, tarihi ve tarihsel sürec içinde spor dalı olarak gelişimleri :

  • Cirit: Türklerin yüzyıllardan beri oynadıkları bir Ata sporudur.Türkler bu Atlı oyunu Orta Asya dan günümüze taşımışlardır. 16. yüzyılda bir savaş oyunu olarak kabul edilmişti. 19. yüzyılda Osmanlı ülkesi ve sarayının en büyük gösteri sporu ve oyunu oldu. Cirit aynı zamanda tehlikeli bir oyun olması sebebi ile 1826 yılında II. Mahmut tarafından yasaklanmıştır. Daha sonraları tekrar popüler bir gösteri oyunu olarak yaygınlaştı.Tarihin eski çağlarında insan topluluklarının ulaşım ve savaş vasıtalarından olan at sürüler halinde beslenmiş,günün şartlarına göre eğitilmiş savaş zamanlarında savaş vasıtası,sulh zamanlarında da spor ve eğlence vasıtası olmuştur. Savaşı spor haline getiren,sporu en güzel eğitim aracı bilen Türk kahramanlarının çağlar boyu kazandıkları zaferlerde canları kadar aziz bildikleri atlarının büyük hissesi vardır. Bunun için atlı cirit,Türklerin en eski milli sporlarından olup,canlılardan yapma ve konuşma özelliği olan insanla taşıma ve his gücü olan atın ve cansız 110 cm’ lik cirit sopasının en güzel uyum sağladığı insanla aklın bütünleştiği eski savaş kurallarının uygulandığı bir oyundur. Atlı ciritte erlik yaşar, mertlik yaşar, sportmenlik yaşar ama her şeyden önce bir tarih yaşar.Atalarımız barış zamanlarında at ve askerlerini zinde ve kuvvetli tutabilmek için atlı cirit sporunu tesis etmiş, insanları ruh ve bedenen eğiterek yarınlara hazırlamışlardır.Atlı ciritte hiçbir spor müsabakasında bulunmayan rakibi bağışlama ,affetme şeklinde bir davranış vardır. Hasmının önünü kesip,ona ciritle vurma imkanı varken vurmayıp bağışlayan sporcu puan kazanmaktadır.Vurma imkanı yüzde yüz mevcut iken,o anda zayıf düsene vurmayı zul kabul ederek bağışlama yolunun seçilmesi, Bu yönüyle spor ve erdemin birlikte anıldığı asil bir yapıya sahiptir.Cirit oyunu kendisi de iyi bir oyuncu olan II. Mahmut’un Tanzimat tan sonra bu oyunu bütün ülkede yasaklamasına değin İstanbul hayatının renkli bir parçasıydı. Başlıca oyun alanı tabiî ki Atmeydanıydı. Burada her zaman cirit talimi yapan atlılara rastlamak mümkündü, fakat asıl müsabakalar Cuma günleri Cuma namazından sonra yapılır, o zaman meydanı yüzlerce atlı doldururdu. Şehir içindeki ikinci önemli cirit alanı Küçük Ayasofya ile Kadırga arasındaki Cündi (Arapça süvari anlamında. Zamanla bozularak Cindi ve Cinci olmuştur.) Meydanıydı. Evliya Çelebi Kağıthane yolunda da bir cirit meydanı olduğunu yazıyor. Topkapı Sarayında da Gülhane Bahçesine doğru büyük bir cirit meydanı bulunur, Cuma namazından sonra burada cirit oynayan saray halkına çoğu zaman padişah da katılırdı cirit oyununda saray halkı geleneksel olarak bamyacılar ve lahanacılar adlı iki takıma ayrılırlar, padişahlar da bu iki takımdan birine dahil olurdu. Saraydaki cirit meydanında bu iki takımı simgeleyen, birinin tepesinde bir bamya, diğerinin tepesinde bir lahana heykeli bulunan iki mermer sütun bugün de durmaktadır.Ciritçi karşı taraf oyuncusundan kendisini sakınmak için çeşitli hareketler yapar, atın sağına soluna, karnının altına, boynuna yatar.Bazı ciritçiler rakibi kaçış dizisine ulaşana kadar üç-dört cirit savurarak isabet ettirmek suretiyle sayı toplar. Bu arada başına, gözüne, kulağına cirit isabet eden bazı oyuncuların yaralandığı olur. Bu türlü isabetler neticesinde ölenlerin olduğu bile vakidir. Bu durumda ölen, er meydanında ölmüş sayılır, yakınları şikâyetçi ve dâvacı olmaz. Babaları ölen çocuklarıyla öğünürler.Öte yandan cirit oyununda ölüm olmaması için, daha evvelleri hurma ve meşe ağacından 70-100 santim uzunluğunda, 2-3 cm. kutrunda yapılan ciritler, daha sonraları kavak ağacından yapılmaya başlanmıştır. Sopaların uçları silindir şeklinde kesilerek yuvarlatılır. Kabukları yontulur. Bu isabet halinde bir yara açılmasını ve ölüm tehlikesini yok etmek için alınan bir tedbirdir.ilk ihtisas kulübü Erzurum’da 1957 de Erzurum Atlı spor Kulübü kurulmuş daha sonraları Erzurum’da 11,Erzincan’da 1,Bayburt’ta 1,Ankara ‘da 1,Uşak ‘da 4,Manisa ‘da 1,Malatya’da 1 kulüp kurulmuştur.Cirit Oyunu, daha 40-50 yıl öncesine değin Anadolu’da yaygın bir oyun olduğu halde son yıllarda sadece ERZURUM ERZİNCAN UŞAK BAYBURT ANKARA MANİSA KARS yörelerinde yaşamaya devam etti. 20-25 yıldan beri Konya ve Balıkesir’de tarihe karıştı. ERZURUM ilimiz 23 kulübü ile bu oyunun ayakta kalabilmesi için elinden gelen uğraşı vermektedir.her yıl mayıs ayında yapılan Erzurum grup eleme maçları bir aydan fazla sürmektedir.Bu durum son yıllarda Türkiye şampiyonası heyecanını bile geride bırakır hale gelmiştir.Buna rağmen halen Anadolu’nun hemen her köşesinde düğünlerde ve bayramlarda köy delikanlıları ve kasaba halkı Cirit Oyunu’nu oynamaktadır. Büyük şehirlere karşı köy ve kasabalarda yaşamaktadır. Sinop köylerinden Gaziantep’e, Bursa’dan Antalya’ya kadar Doğu, Batı, Güney ve Kuzey Anadolu’da köylerimizin güreşle beraber başlıca yiğitlik ve savaş oyununu teşkil etmektedir. Halkın ilgisini çekmek için cirit meydanında davullar ve zurnalar çalınır. Ayrıca yurtdışında İran, Afganistan ve Türkistan Türkleri ile Türklerle meskûn diğer Asya yörelerinde de hâlâ canlılığını ve geleneğini sürdürmektedir.Her yıl Ertuğrul Gazi Törenleri dolayısıyla eylül aylarının ikinci Pazar günleri Söğüt’te, çeşitli şenlikler vesilesiyle de Erzurum, Kars ve Bayburt dolaylarında oynanmaktadır.

  • Güreş : Türklerde en eski spor türlerinden biride Güreştir.Güreş,zorlu bir doğa içinde insanların güçlerini ve güvenlerini kolları ile denedikleri ve aradıkları bir mücadele türü olmuştur.Dindirilmez bir yaşam isteği insanları birbirine saldırmaya ve devirmeye zorlamıştır.Türkler doğaya ve kuvvete düşkün kişilerdir.Doğudan batıya yelpaze gibi yayılan Türkler,yakın mücadeleyi her zaman ön planda tutmuşlardır.Güreşte insanların üstün olduklarını kanıtlamak güçlerini topluma kabul ettirmek için uyguladıkları bir mücadele biçimidir.Böylelikle bir kişinin kuvvetini öteki kişilerle oranlama imkanı bulunur. İlk çağlarda güreş, elbette bir tür boğuşmadır. Orta Asya devirlerinde Türkler arasında yapılan güreş müsabakalarında güreşin sporculardan birinin ölümü halinde sona erdiği bilinmektedir. Manas Destanı’nda kaydedilen güreşler bu gerçeği aydınlığa kavuşturmaktadır. Kaşgarlı XI. Asır DLT’de “Çalış” ve “Çelme” kelimesinin karşılığı olarak “Güreş” (küreş) diye tanımlanmıştır. Aynı sayfada “çalışçı” kelimesi “Güreşçi” olarak açıklanmıştır (Kaşgarlı, 1985). Bu büyük yazar eserinin bir başka yerinde “Kız ila küreşme kısrak ile yarışma” (Kaşgarlı, 1985) diye bir deyişle örnekleme yapmaktadır. Aynı dönemlere (XI. Asır) tekabül eden ve temel eserlerden biri olan KB’de Yusuf Has Hacip; “Güreş” sözcüğünün karşılığı olarak “Küreşmek = Boğuşmak” olarak vurgulamaktadır (Yusuf Has Hacip, 1979). Bu iki temel eserlerden yarım asır sonra (1127 – 1144) yazılmış olan ME.’de de El-Havarizmi güreşe “küreş” derken bu sporun bu isim altında Oğuz, Kıpçak ve diğer Karahanlı Türk’lerinin severek yaptıklarını vurgulamaktadır (El-Havarizmi, 1993). Günümüz Orta ve diğer Asya Türk toplumlarından Azeriler “gülaş”, Başkurtlar “köraş”; Kazaklar “küres”; Kırgızlar “küröş”; Özbekler “kuraş”; Tatarlar “köraş /küreş; Türkmenler “göreş”; Uygurlar’ın “küraş/küreş” (KTLS., 1992) dedikleri görülmektedir. Diğer Türk’lerden Gagouzlar “küreş”; Yakutlar, Sakalar, Tuvalar ve Hakaslar ise “küraş” demektedirler (BRSMSTS., 1988) Yukarıda da görüleceği gibi güreş sözcüğü bütün Türk toplumlarında birbirine benzer ya da aynı şekilde telaffuz ediliyor. Bilindiği gibi Anadolu’da da güreş sözcüğü halk arasında “güleş” ya da “küleş” (Afşin, 1988) diye telaffuz edilmektedir. Görülen o ki, eski ve yeni bütün Türk toplumlarında bu sözcüğün kökeninin “kür” olduğudu
  • Atçılık:Günümüzde de olduğu gibi,ulusal ve Türk Tarihinin her döneminde “At Murattır” sözcüklerine bağlı kalınarak,her Türk ata karşı sevgi,güven,ilgi duymuş ve onu kendisinden bir parça kabul etmiş,ona kutsallık tanımış,saygınlık kazandırmış,sanatında,edebiyatında,müziğinde eşsiz bir yer vermiştir.Nazmi Sevgen;”Türklerde at ve atçılık” adlı kitabında 1937 yılında Ankara da toplanan tarih kurultayında Avusturya lı tarih bilimcisi Hoopers atın ilk evcilleştirme hareketinin İç Asya da Türkler tarafından yapıldığını, Macar tarihçisi Allfoldin de,bu konudaki ilklerin Altay Türklerine ait olduğunu öne sürmüştür.Alman tarih bilimcisi Portriatz ise “Eski çağlarda at” adlı eserinde atın M.Ö.6000 dolaylarında Türkler tarafından evcilleştirildiğini iddia etmiş ve iddiası için bazı bulguları kesin kanıt göstermiştir.Yaklaşık olarak M.Ö.4000 yılları dolaylarında Türkler tarafından bir çekim hayvanı olarak arabalara koşulan at,askeri amaçlarla savaş sınıfı oluşmasına sonuç olarak ta Asya’nın ve öteki kıtaların tarihi ve siyasal yaşamının oluşum ve değişiminde etkinlik kazanmıştır.Türkler onunla uzaklıkları enmişler,derisinden giysi ve ayakkabı yapmışlar,lezzetli buldukları tayının etini yemişler,kısrakların sütünden mayalanma ile sağlanan “Kımız” adı verilen ve keyiflendirici içkiyi yapmışlardır.Ayrıca yele ve kuyruklarını da değerlendirmişlerdir.kemiğinden kaymak için araç,kıllarından ağ,gözleri güneş ışığından koruyan bir tür gözlük örmüşlerdir.Eski Türklerde at kültürü ile ilgili çeşitli bulgular bir belge olarak,bu gün çeşitli ülkelerin müzelerine değer katmaktadır.Yenisey yörelerinde eski Türkler tarafından,kayalar üzerine yapılmış at resimleri ve çok eski dönemlere ait,Türk mezarından çıkan eşyaların üzerinde süsleme sanatı olarak at figürleri kullanıldığı görülmektedir.Eski Türk destanlarında ve efsanelerinde at baş tacı dır,ayrı bir yeri vardır.Oğuz destanı atla başlar.Dede Korkut ta ,Bamsı Beyrek öyküsünde atla kardeşleşmiştir.Eski Türklerin ilkel atları yakalayabilmek için Türlü yöntemler kullandıkları,kitabelerde yazılıdır.Karluk han buzullar içinden ünlü bir atı alıp çıkardığı için ad almıştır.Eski Türklerdeki ”Türk atsız,kuş kanatsız” sözü çok şey anlatır.Tüm tarihi kaynaklar,atın vatanı olarak orta Asya bölgesini göstermektedir.Kırgız stepleri ile Gobi havalisinin atın vatanı olduğu konusunda görüş ve kanıt birliği vardır.Eski Türklerin “Yılkı” adını verdikleri at sürülerinin,ırk ve evcilleştirilmeleri ile ilgili bilgiler çok geniştir.Atsız Türkler sosyal yaşamda hor görülürdü,fakirlik nedeni ile ata sahip olamayanlar çalmak zorunda idi.Eski Türkler sadece at çalmayı olağan saymışlardır.Zira bu bir beceri olarak kabul ediliyor ve atını çaldıran kişi için bu hareket onur kırıcı olarak değerlendiriliyordu bu nedenle kabileler arasında sık sık çatışma çıkıyordu.Çalınan atları belirlemek amacıyla atları özel damgalama yöntemleri uygulanıyordu.Damga yerine bazı kabileler atın kulaklarına özel işaretler işlemeyi yeğlerlerdi.kabile sembolleri olarak benimsenen biçimler mezar taşlarında da görülür.Eski Türklerde at yarışları ile eş seçiminde de kullanılıyordu.Bu yarışlar iki türlü oluyordu birisinde atlı kızlar bir grup halinde yarışa başlıyorlar ve arkalarından atlarını grup halinde koşturan erkekler içlerinden birini yakalayıp atlarının terkilerine alıyorlardı.Daha sonra eş olarak seçtikleri bu kızlarla evleniyorlardı.Diğer türlü ise eğer kızın isteyeni çok olursa yarışa kız tek başına başlıyor,daha sonra ardından atlarını koşturan erkek grubundan kim kızı yakalarsa o evlenme hakkını elde ediyordu.Eski Türklerde görülen atla bütünleşme”, Osmanlı Türklerinde de sürmüştür. At, Osmanlı,Türklerinde onur, saygı ve sevgi unsuru olarak kabul edilen bir yoldaş olmuştur. Bunlarla başarıdan başarıya koşmuşlar; üç kıta üzerinde egemenliklerini sürdürmüşlerdir.Anadolu Selçuklularında 100 bin süvariden oluşan bir ordu bulunuyordu. Osmanlı imparatorluğunda ise, 16.yüzyılda bu sayı 250 bine yaklaştı. Edirne, Filike. Selánik. Amasya, Yozgat, Merzifon, Eskişehir (çifteler çiftiği), Malatya (Sultan suyu), Veziriye, Adana (Cukurova)’daki hayvan ocaklarında, at yetiştiricilik düzeltilmesi için sürekli çalışmalar yapılıyordu. Ancak, Osmanlı imparatorluğunun gerileme ve özellikle çöküş döneminde at yetiştiriciliği ve ırk düzenlenme çalışmaları öneminì tamamen yitirmiş, sürekli savaşlar nedeniyle ülke atçılığı adeta çökmüştür.Yaşama sevincini, atıyla paylaşan, onunla mutlu olan ve hattâ onunla birlikte gömülen at, Türk’ün kalbinde, ağıtlarında ,edebiyatında. türkülerinde, atasözlerinde benzersiz bir yer almıştır. Osmanlıların genişleme döneminde, Giritlilerin bir sözü çok yaygındı: “Adaya önce Türk’ün atı, sonra kendisi ayak basacak.” Gerçekten de öyle olmuştur. Aşık Paşa tarihinde, Osmanlı Padişahlarından Orhan Beyin, atlarını nalbanda kendisinin götürdüğü anlatılır. Bu hareket, Türklerde, en büyüğünden en küçüğüne kadar, ata gösterilen ilgi ve sevgiyi yansıtır. öyle ki, at sahiplerinden atlar için vergi alınmazdı.Emrullah Efendi “‘Memalik-i şahane”de, at vergisi asla vaz’edilmediği cihetle, bizde at vergisinden xxxxx mahal yoktur demektedir. Osmanlı Türk illerinde atlar, görevlerine göre şöyle adlandırılırdı: önemli haber götüren süvarilerin bindikleri dayanıklı “Ilgar atı”, posta süvarilerinin bindiği “Menzil atı”, akıncı ve süvarilerin bindikleri “Cenk atı”, yarışlara katılanlara “Koşu atı”, süvarilerin yedeklerinde bulundurdukları “Yedek atı”, yük taşıyan “Semer atı”, damızlık olarak yararlanılan “Aşı atı”, törenlerde komutan ve subayların bindikleri “Alay atı”, arabalar koşulanlara “Araba atı” ve avlarda kullanılanlara “Av atı.” Osmanlılarda, eğer, murassa ve sorguçlu başlıklar, altın ve gümüş üzengiler, gemler, at koşum takımları, saray arabalarının koşum takımları birer sanat eseri idi.Sultan Abdülaziz dönemi sonrasında ülkedeki at kalitesi değerini gittikçe yitirirken, tersine olarak at yarışları da daha düzenlilik kazanmıştır. Ancak, ilk düzenli at yarışları l9ncu yüzyılın son yılarında belirginleşir. Sultan Abdülaziz döneminde Kağıthane’de, “Kağıthane Yarışları” adı altında bir süre at yarışları düzenlenmiştir. Bunlar bir tür ilkel yarışçılık düzenlemeleri olmuştur. Zira pist gelişigüzel düzenlenmiş bir güzergah biçimindedir. Sonraki yıllarda ünlü mirasyedilerden Veli efendizade, bugün Veli efendi Tesislerinin bulunduğu yerde, birkaç arkadaşı ile birlikte sistemsiz olarak düz bir toprak üzerinde at yarışları yaptırdıkları görülür. Bu yarışlara ilgi duyanların sayısı 15-20 kadardı. öte yandan yine aynı yıllarda Manisa’da Bekir Ağa’nın bireysel çabalarıyla, düzensiz bazı yarışlar yapılmıştır.

  • Okçuluk :Ok ve yayı elinize aldığınız an, zaman içinde neredeyse 20 bin yıl öncesine uzanan bir yolculuğa çıkıyorsunuz demektir. Ok ve yay, ilkel insan topluluklarının hayatta kalma mücadelesinde önemli bir rol üstlenmekteydi. Bazı araştırmacılar yayın ilk kez 15.000 yıl önce Afrika2da kullanıldığını düşünmektedirler. Bu süreyi 50.000 yıla kadar çıkaran yazarlar varsa da, genel kabul gören düşünce bunun çok abartılı olduğudur.İslam geleneğine göre ok ve yay Cebrail tarafından Hz. Adem’e, ekinlerini kargalara karşı koruyabilmesi için getirilmiştir. Ancak bilimsel veriler, “İlk İnsan”ın daha ilkel silahlar kullanmış olduğunu ispatlamaktadır.Yayın ilk kez nerede ve ne zaman kullanıldığını belirlemek güçtür, çünkü yayın ana malzemesi ağaçtır ve zamanın aşındırıcı etkisine karşı koyamamaktadır. Mağara duvarlarındaki resimler ipucu vermekten öteye geçmemektedir. Çünkü bu resimlerde arkası tüylerle donatılmış görülen okların, atlatl adı verilen bir tür mızrak fırlatıcısına ait dartlar olması olasılığı yüksektir. Avrupa2da arkeolojik buluntu olarak kayda geçmiş en eski yaylar 1930da Almanya’nın kuzeyinde bulunmuş olan Stellmoor kalıntıları ve Danimarka’daki Holmegaards kalıntılarıdır. Bu iki buluntu, sırasıyla 10.000 ve 8.000 yıl öncesine tarihlenmektedir. Holmegaards’da bulunan tipte yaylar başka arkeolojik buluntularda da ele geçmiş, en genç kalıntılar 4.800 yıl öncesine tarihlendirilmiştir. Her iki yay da Taş Devri’ne ait silahlardır.Zaman içinde yay, önemli bir savaş aracı haline gelmiştir. Ateşli silahlar yayın tahtını sarsana kadar av için de etkili ve aranan silah olma özelliğini korumuştur.Okçuluğun Spor Dalı Olarak GelişmesAteşli silahların gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla yay hem Doğuda hem Batıda savaş alanlarından silinmiş, ancak okçuluk zor ve eğlenceli bir spor dalı olarak varlığını korumuş, günümüze kadar çeşitli kollardan gelişimini sürdürmüştür.Okçuluğun Batıda bir spor dalına dönüşmesi, başlangıcı 16. yüzyıla dayanan bir süreçtir. İngiliz kralı VIII. Henry okçuluğun bir spor dalı olarak gelişmesi için girişimde bulunmuş, ilk okçuluk derneği, Guild of St. George, 1537’de, kralın emriyle kurulmuştur. Okçuluk ile ilgili bilginin korunması ve Ingilizler arasında okçuluğa ilginin arttırılması amacıyla, 1545’de Roger Ascham tarafından Toxophillus adlı kitap yayınlanmıştır. 1600’ler boyunca okçuluk dernekleri kurulmuş ve düzenledikleri turnuvalar ile okçuluk bir müsabaka sporu haline getirilmiştir.Kuzey Amerika2da ise ilk göçmenlerin gelmesi ile, Eski Dünya2nın yay yapımı ve okçuluk ile ilgili bilgileri de bu yeni kıtaya taşınmıştır. Kısa zamanda hedef okçuluğu bu kıtada da sevilen bir uygulama haline gelmeye başlamış, 1828’de United Bowmen of Philedelphia adıyla ilk okçuluk derneği kurulmuştur. Amerikan İç Savaşından sonra eski Konfederasyon askerlerinin ateşli silah bulundurmaları yasaklanınca, yay bir av silahı olarak ön plana çıkmıştır. Maurice Thompson’ın The Witchery of Archery (Okçuluğun Büyüsü) adlı kitabı yazmasını takiben, okçuluğa olan ilgi ülkede hızla büyümüş, 1879’da National Archery Association (Milli Okçuluk Birliği) kurulmuş ve müsabakalar düzenlemeye başlamıştır. Field Archery (saha okçuluğu) denilen ve avlanma koşullarını simule eden bir tür hedef okçuluğunun ortaya çıkması ve yay ile avlanmanın giderek yaygınlaşmasıyla, 1939’da National Field Archery Association (Milli Saha Okçuluğu Birliği) kurulmuştur1904’ten itibaren Olimpiyat Oyunlarında bayanlar müsabakaları da eklendi. Fotoğraf, 1908’deki karşılaşmalarda çekilmiştir.Okçuluk Olimpiyatlara resmi olarak ilk kez 1900 Paris Olimpiyat Oyunları ile girmiştir. Bunu takiben 1904 St. Louis ve 1908 İngiltere Olimpiyatlarında yer alan okçuluk, 1920’de Belçika’da düzenlenen Olimpiyatlara kadar bir daha görülmemiştir. Bundan sonraki 52 yıl boyunca, ikinci bir ortadan kayboluş yaşanmıştır.Müsabakaya yönelik okçuluğu bir düzene oturtabilmek için, Polonyalı okçular 1930’larda uluslararası bir oluşum meydana getirmenin peşine düşmüşler, bu uğraşların sonunda Federation Internationale de Tir A LArc (Uluslararası Ok ve yay Federasyonu), bilinen kısaltmasıyla FITA kurulmuştur. FITA evrensel kurallar tespit etmiş ve Olimpiyat Oyunları dahil olmak üzere bir çok spor organizasyonunda yer alacak okçuluk disiplinleri geliştirmiştir. Okçuluk, 1972’de tekrar Olimpiyat Oyunlarına dahil olmuştur.Ok ve yay tasarım ve imalatında, kullanılan materyaldeki ve onu işleyen teknolojideki gelişmeler sonucunda, yayın atış hassasiyeti hatırı sayılır derecede artmıştır. Bu da, okçuluğa duyulan ilginin artmasına sebep olmuştur. Ancak bu gelişmeler, okçuluğun modern materyal ve teknolojiye bağımlı hale gelmesine sebep olmuştur. Yine de, primitif malzemeye dayalı geleneksel okçuluk uygulamaları sınırlı bir kitle tarafından sürdürülmüştür. Japonya, Kore, Moğolistan gibi ülkeler kültürlerinin birer parçası olan geleneksel okçuluk stillerini ve ilgili malzemenin yapılmasına yönelik bilgiyi korurlarken, geleneksel okçuluğun önemli bir ayağı da, ABD’nde ortaya çıkmıştır ve bütün dünyada hızla sempatizan bulmaktadır.Türk geleneksel okçuluğu ise maalesef tarihe karışmıştır ve bu konu ile ilgili bilginin korunması için acil entellektüel yardım ve çaba gerekmektedir. Konu tamamen öksüz ve yetim bırakılmamışsa da, yapılan araştırma ve yayın çok azdır. Yeni nesillerin konuya ilgisi azdır, ilgisi olanlar da maalesef yeterli bilgiye sahip değildir. Günümüzde, yurdumuzda uygulanan okçuluk da stil, malzeme ve bilgi açısından tamamen Batılıdır.
  • Kılıç Sporları : Süvari bir ulus olan Türklerde kılıcın her kişinin yanında taşıdığı bir araç olması çok doğaldır.Türkler at ve kılıçla tarih boyunca çağlar açmışlar,çağlar kapamışlardır.Kılıç Türklerde kutsal kabul edilmiştir.Demir ve onu eriten ateşin büyük bir ruhsal yönü olduğu kabul edilirdi.Demire büyük saygı gösteren Türkler bu nedenle kılıca da saygı göstermişler,yeminlerini kılıç üzerinde yapmışlardır. İyi kılıç yapımı demiri bulan Türkler tarafından gerçekleştirilmiştir.Kamaların namlu denilen madeni bölümü daha da uzunlaştırılan Türk kılıçları dövme demirden ve ağırlıkları uç tarafa toplanacak biçimde yapılırdı.Her bozuluş yada kırılışta yeniden dövülerek kılıç biçimi veriliyordu.Türkler,kılıcın yapımında ve kullanımında de üstün yetenek göstermiş,kılıcın kullanım tekniğinde de büyük aşama yapmışlardır.Özel formüllerle yapılan kılıçlar yetenekli bileklerde büyük işler başarmışlardır.Tek vuruşta bir deve yavrusunu ikiye biçen bilek,yine tek vuruşta bir atlası ikiye bölüyor,kat kat yapılmış keçeyi doğruyordu. Kılıcı saldırı aracı olarak kullanan Türkler kılı kesecek kadar hünerli idi ve savunma aracı olarak kalkanı da ona eş değer özellikte kullanıyordu.Avrupa kılıçları düz ve iki tarafı da keskin olarak yapılıyordu.Türk kılıçlarının ise bir tarafı keskin ve kıvrıktır.Mezarlarına atları ve kılıçları ile gömülmelerini isteyen Türklerin kazılarla sağlanan bulgularında bu tarihsel yönlerini yansıtan bir çok belge ele geçmiştir. M.Ö. 23-24. Yüzyıl öncesine varan doğu Hun Türklerinin silahlarına ait Çin kaynaklarında geniş açıklamalar vardır.Bir bölümde şöyle denilmektedir:”Onların hepsi zırhlı süvarilerdi.Uzağa mahsus silahları yay ve oktu,Kısa silahları ise keskin kılıçlar ve mızraktı. Tarihçi lofyor.”Türkler(kılıç,acemilik ve dikkatsizlikte bir toprak çanak gibi kırılır)der.kılıç onu kullananın bileğin kuvvet ve yeteneği ile üstünlük kazanır.İşte bu bilek Türklerde vardır” demektedir.

Sponsorlu Bağlantılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

RenkliNOT