Kimya ve simya madde yapısındaki ilk düşünceler nelerdir?

Soru CevapKategori: KimyaKimya ve simya madde yapısındaki ilk düşünceler nelerdir?
Barış Sağıroğlu sordu 7 yıl önce

kimya-ve-simya-madde-yapisindaki-ilk-dusunceler-ve-bugun-hayatimizada-kimyanin-onemi

1 Cevap
313 Staff cevapladı 7 yıl önce

Simyacıların madde yapısındaki ilk düşünceleri
 
Simya (Alşimi), hem doğanın ilkel yollarla araştırılmasına hem de erken dönem bir ruhani felsefe disiplinine işaret eden bir terimdir. Simya ile ilk olarak Mezopotamya, Eski Mısır, İran, Hindistan ve Çin’de uğraşılmıştır. Klasik Yunan döneminde Yunanistan’da, Roma İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü coğrafyada, önemli İslam başkentlerinde ve daha sonra 19. yüzyıla kadar Avrupa’da simyaya ilgi duyulmuştur.

Batı simyası her zaman, kökleri ünlü simyacı Hermes Trismegistus’a uzanan ve bir felsefi-spiritüel sistem olan Hermetizm’le yakından bağlantılı olmuştur. Bu iki disiplin (simya ve Hermetizm) 17. yüzyılın önemli bir ezoterik ekolü olan Gül-haçlılar ‘ın doğuşunda etkili olmuştur. Erken modern dönemde, simya kimyaya dönüşmeye başlarken simyanın mistik ve Hermetik dalları modern spiritüel simyanın odak noktası olmaya başlamıştır.

Modern kimyanın 200 yıl kadar önce doğduğu söylenebilir. Ama onu oluşturan, doğmasını sağlayan bilgi ve deneyim birikimi yaklaşık 5000 yıllıktır. Kimya, tarihsel olarak simyadan evrilerek ortaya çıkmıştır. Kimyanın doğuşuna kadar geçen binlerce yıl boyunca maddelerin özellikleriyle ve birbirleriyle olan etkileşimleriyle ilgilenenler hep simyacılar olmuştur. Tıpkı günümüz kimyacıları gibi simyacılar da zamanlarının büyük bir bölümünü laboratuvarlarında geçirirdi. Ama onlar, kimyacılar gibi maddeler arasındaki ilişkilerin nasıl olduğunu, değişimlerin neden ortaya çıktığını anlamaya çalışmazdı. Simyacıların başlıca uğraşı, sıradan maddeleri daha değerli maddelere dönüştürmenin yollarını bulmaktı. Her simyacının düşlerini süsleyen maddelerin başında da “felsefe taşı” ya da “felsefeci taşı” olarak bilinen, büyülü bir taşı elde etmek gelirdi. Bu taşın, taşıdığı güç sayesinde bakır, kalay, demir ya da kurşun gibi sıradan metalleri altına dönüştürdüğüne inanılırdı. Bunun yanında bazı simyacılar da yaşamlarını her türlü hastalığı iyileştirdiğine, sonsuz gençlik ve ölümsüzlük verdiğine inanılan ‘yaşam suyu’nu (el iksir ya da ab-ı hayat) aramaya adamıştı. Çin’den Hindistan’a, Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar bütün simyacıların başlıca uğraşları bunlardı.

Simyayla uğraşanların doğaya ve onu oluşturan maddelere bakışları çok farklıydı. Onların da kendilerine özgü ama bilimsel olmayan bazı kuramları vardı. Örneğin dört temel elemente inanırlardı. Bunlar; hava, toprak, ateş ve suydu. Onlara göre yeryüzündeki bütün maddeler bu dört temel elementin değişik oranlardaki karışımından oluşmuştu. Bunun yanında bu elementlerin taşıdığı bazı temel özellikler de vardı: soğukluk, kuruluk, sıcaklık ve ıslaklık. Her element bu dört temel özellikten ikisini taşırdı. Ateş sıcaklık ve kuruluk özelliklerini taşırdı. Toprak kuru ve soğuktu; hava sıcak ve ıslaktı; su da ıslak ve soğuktu. Kuşkusuz simyacıların felsefe taşını ya da yaşam suyunu elde etmek için denediği hiçbir yöntem sonuç vermedi. Ama binlerce yıl boyunca binlerce simyacının bu umarsız çabası sırasında insanların yararına birçok madde bulundu, çeşitli aletler geliştirildi ve yöntemler ortaya çıktı. Doğanın gerçek yapıtaşı olan elementlere ilişkin büyük bir bilgi birikimi oluştu. Modern kimyanın temelleri yavaş yavaş atıldı. Zamanla simyanın büyü temelli boş inanışları, etkisini yitirmeye başladı. Simya çalışmaları 1400’lü yıllarda doruğa ulaştıktan sonra insanlar simya kuramlarına olan inançlarını yitirmeye başladılar. Özellikle Rönesansla birlikte doğayı anlamak için dikkatli gözlemler, özenli ölçümler ve birtakım deneyler yapan bazı insanlar ortaya çıktı. Bunlar çalışmalarında büyü ya da simyaya başvurmuyordu. Bu tür çalışmalar giderek yaygınlaştı, matbaa sayesinde de kitaplarla paylaşılmaya ve iyice yayılmaya başladı. Her şeye rağmen simya 1600’lü yılların sonuna kadar kimyayla birlikte varlığını sürdürdü. Birçok bilim insanı doğayı ve insanı bilimsel olarak ele almadan önce bir süre simyayla uğraştı.

Birçok simyacının temel amacı sıradan metallerden altın elde etmekti. Bunun için sıra dışı deneyler yapmaktan çeknmezlerdi. Örneğin Hamburglu simyacı Henrig Brand bu amaçla 1669’da aslan idrarıyla yüzlerce deney yapmıştı. Ona göre bu soylu hayvanın idrarında altın bulunmalıydı. Brand aylar süren çabasının sonunda kuşkusuz altın elde edemedi ama parlayan yeni bir madde buldu. Ona ‘ışık taşıyan’ anlamına gelen Yunanca “fosfor” adını verdi. Simyacılar yeryüzündeki bütün maddelerin dört temel elementten oluştuğuna inanırdı.Bunlar ateş, toprak, hava ve suydu.
 

1661’de İrlandalı ünlü bilim insanı Robert Boyle, Kuşkucu Kimyacı adlı bir kitap yayımladı. Bu kitapta Boyle, simya kuramlarını çok ağır bir dille eleştirdi. Bundan sonra Avrupa’da kimyayla simyanın yolları iyice ayrıldı. Kimya, simyadan ve onun batıl kuramlarından koptu ve kendi kuralları olan bir bilim dalı olarak doğdu. Boyle, dört temel element yaklaşımının doğadaki maddeleri açıklamaya yetmediğini gösterdi. Onun yerine doğada çok sayıda temel elementin bulunduğunu ileri sürdü. Bunlar daha başka temel maddelere ayrışmayan, arı maddelerdi. Zamanla kimyacılar doğadaki temel elementleri yalıtıp, arılaştırdıkça ve onların özelliklerini ortaya çıkardıkça simya ve simyacılar iyice gözden düştü. Kimya alanındaki bilgi birikimi hızla artıyordu ama maddeler arasındaki ilişkileri daha tam keş fedilememiş, onları açıklayan kuramlar daha geliştirilmemişti. Sonunda ünlü Fransız kimyacı Antoine-Laurent Lavoisier temel elementlerin birleşerek maddeleri oluşturduğunu ileri sürdü. Birden çok elementin birleşerek oluşturduğu maddeleri ‘bileşik’ olarak adlandırdı. Elementlerin birleşerek maddeleri oluşturması (aynı zamanda maddelerin de temel elementlerine ayrışabilmesi) düşüncesi modern kimyanın temelini oluşturdu. İlk modern kimya kitabını yazan Lavoisier, o ana değin bulunmuş elementlerin de bir listesini hazırladı. Ölçümlerinde metrik sistemi kullanmaya başladı. Oksijen ve hidrojene adlarını verdi. Lavoisier’in modern kimyanın temellerini attığı yıllarda yalnızca 26 element biliniyordu. Araştırmalarda kullanılan aygıtlar ve yöntemler geliştikçe yeni yeni elementler bulundu. 1950’li yıllara gelindiğinde doğadaki bütün elementler bulunmuş ve adlandırılmıştı.
 
Kimya ile ilişkisi
 
MÖ 4. bininci yılda Ortadoğu adı verilen bölgede uygarlık açısından son derece önemli sonuçlar verecek teknolojik devrimler olmaya başlamıştır. Aynı zamanda bölge zenginleşen üretimin ve geniş düz arazinin meydana getirdiği bir çekicilik taşımakta ve çevre bölgelerden çeşitli kavimler de bölgeye göç etmektedirler. Halkın iki uğraşı vardır bunlardan biri tarım diğeri de madenlerdir. Tarım, ekilen bir tohumun dikilen bir fidanın zaman içinde gelişerek değişimler göstermesi ve ürün vermesi sürecinin dikkatle incelenmesine ve anlaşılamayan bir sürü olayın sürüp gittiği bu sürecin her adımının, onun üzerinde etkili olan her etmenin, korku ve hayranlık karışımı duygularla kutsanmasına neden olmaktadır. Madenler de aynı toprak ananın bağrından çıkan birtakım taşlardır ve ateşin etkisiyle gözler önünde nitelik değiştirmekte, şekil almakta ve değişmektedir. Bu gözlemler, o maddelere, o zamanın kavrama olanaklarıyla pek çok garip güçlerin izafe edilmesine yol açar. Örneğin insanlar, bir demir parçasını, o kuvveti kendi vücuduna geçirmesi için vücuduna bağlı olarak taşır ya da işine başlamadan önce kuvvet almak için ona dokunur. Bu tür algılama inançları bugün de bütün gücüyle etkindir. Örneğin Sam Yelinin neden olduğuna inanılan Eyyam-ı Bahur çarpmasına karşı vücuda paslı bir maden parçası bağlanır. İki metalden yapılmış olan sağlık bilezikleri bir zaman Avrupa’da yaygınlaşmış ve halen de birçok insanın kolunda görülebilir.
 
İşte simyanın dayandığı kimya bilgisi son derece basit, o çağlardan kalma metalurji bilgileriyle bu “cevher” bilgisine dayanmaktadır. Temelinde Yunanlıların bulmuş ve geliştirmiş oldukları dört element, Anasır-ı Erbaa yani Hava, Su, Toprak ve Ateş felsefesi yatmaktadır. Kullanılan yöntemler, ısıtmak, kızdırmak, dökmek, buharlaştırmak, süzmek gibi, ilkel metalurjinin yöntemlerine dayanmaktadır.

Simya bilgisinin temelinde yatan sözcük hiç kuşkusuz ki “değişim” yani Transmutasyon’dur. Simya bilgisi bu deyimle birçok şeyi kasteder. Maddelerin fizik ve kimyasal değişimleri, nitelik ve kullanım değiştirmeleri yanında örneğin hastalıktan sağlığa geçiş de simya için bir değişim olayıdır. Amaçlanan ve idealize edilen değşişimlerden biri, yaşlılıktan gençliğe dönüşüm, bir başkası da canlı varlıktan olağanüstü, doğaüstü, uhrevi bir varlığa dönüşme olgusudur. Elbette bir maddenin bir başka maddeye dönüşmesi, daha değersiz maddelerin altın ya da gümüşe çevrilebilmesi simya ile uğraşanların en bilinen amaçlarıydı. Simyadaki değişimler kural olarak, arada kimi geçiş dönemlerinin durumu sayılmazsa daima pozitife doğru olarak anlaşılmaktadır. Toprağın altın yapılmak üzere suyla karıştırılarak kaynatılmasında topraktan daha değersiz olan çamur aşamasından geçilmektedir ve bu normaldir. Çünkü, işlemin sonunda ulaşılacak olan mutlaka altındır. Simya hiçbir zaman iyileştirme işlemini tersine çevirerek hasta etmeyi amaçlayamaz. Bu sistem içinde kötüleştirmeyi sağlayacak hiçbir yöntem olmamıştır. Sonuçlar her zaman “Mutlu Son” olarak öngörülmüştür.
 
Kimyacıların madde yapısındaki ilk düşünceleri
Maddenin yapısı hakkında eski çağlarda çeşitli düşünceler ortaya atılmıştır. Bu düşüncelerin ilki ise Miletli Tales’e aittir. Daha sonra Anaxagoras tarafından bazı düşünceler ortaya atılmıştır. Bunun ardından Empedokles, Demokritus, Aristo gibi düşünürler de maddenin yapısı hakkında görüş bildirmişlerdir.
 
Evrenin yapısı ve dünyamızın, etrafımızdaki nesnelerin nelerden yapılmış olduğu sorusu, insan aklını öteden beri meşgul etmiştir. Konuyla ilgili olarak kayda geçmiş ilk düşünceler, eski Grek dönemine ait. Örneğin, doğal mıknatıs taşının ve sürtünme sonrasında amberin çekim kuvvetleriyle de tanışık olduğu anlaşılan Miletli Tales (M.Ö.624-547), dünyamızın özünün su olduğunu söyler. Bu düşünce Sümer ve Babil mitolojilerinden izler taşımaktadır. Döneme hakim olan anlayış, bu özün yaratılıp yok olabildiği şeklindedir.
 
Anaxagoras (M.Ö.500-428) bu görüşe karşı çıkarak, maddedeki değişikliklerin, maddeyi oluşturan ‘bölünmez parçacık’ların farklı biçimlerde düzenlenmesinden kaynaklandığını öğretir.
 
Empedokles (M.Ö.484-424) bu bölünmez parçacıkları; toprak, hava, ateş ve su olmak üzere, dört element altında toplar. Halbuki Demokritus (M.Ö.460-370), evrenin boşluktan ve neredeyse sonsuz sayıda, bölünmez parçacıktan oluştuğunu önermektedir. Atom denilen bu bölünmez parçacıklar; şekil, konum ve düzenleniş açılarından birbirlerinden farklı olup, her türlü maddenin temel yapıtaşlarını oluşturmaktadır.
 
Daha sonra gelen ve o zamana kadarki tüm insanlık bilgisini derleyen Aristo (M.Ö.384-322 ); toprak, hava, ateş ve sudan oluşan dört element fikrine onay verir. Onun bu ve diğer pek çok konudaki görüşü, izleyen 1000 yıl boyunca, düşünce dünyasını hakimiyeti altına alan, sarsılması güç bir otorite haline gelecektir. Nitekim, kendisinden sonra gelen Aristarchus’un (M.Ö.310-230) önerdiği güneş merkezli bir gezegenler sistemi, Aristo’nun desteklediği dünya merkezli sistem karşısında, ta ki 2000 yıl sonra Copernicus ortaya çıkıncaya kadar yenik düşecektir.
 
Zamanın optik bilgilerini derleyen İskenderiyeli astronom ve matematikçi Claudius Ptolemy (M.S.70-147), güneşin ve diğer gezegenlerin dünyanın etrafında kusursuz daireler üzerinde dolaştığını savunan karmaşık bir kuram geliştirmiş ve yazdığı Almagest başlıklı kitabında kayda geçirmiştir.

Sponsorlu Bağlantılar
Cevabınız

18 + 13 =

RenkliNOT