Kategoriler
Aşk Yaşam

En Güzel Aşk Hikayeleri

Aşkı Anlatan Hikayeler

Herkesin duyduğu yada okuduğu aşk hikayeleri vardır.Bu hikayelerin en büyük özelliği insanlara unuttuklarını hatırlatmak yada ibret almalarınız sağlamaktır.Bu hikayelerden sonra insan nelere sahip olduğunu veya nelerin kıymetini bilmesi gerektiğini daha iyi anlamaktadır.

Sponsorlu Bağlantılar

İşte hayatınızda yer edecek kimi zaman dersler çıkaracağınız kimi zaman unuttuğunuz duyguları hatırlataca bir kaç hikaye….

http://www.mailce.com/wp-content/da.jpg

Söylemek İçin Geç Kalmayın

Aşkınızı karşınızdaki insana söylemek için fazla beklemeyin aksi takdirde bunu söylemek için vaktiniz kalmayabilir. Çünkü Aşk ertelenecek kadar önemsiz bir şey değildir.Keşke dememek için acele edin…

Daha henüz 18 yaşındaydı, ama hayatının sonundaydı. Tedavisi mümkün olmayan kanser hastalığına yakalanmıştı. Kahır içinde kendini eve kapatmıştı. Sokağa bile çıkmıyordu. Annesi, bir de kendisi… Bunlardan ibaretti hayat onun için.
Bir gün çok sıkıldı. Sokaklara attı kendini… Bir yığın vitrinin önünden geçti. CD satan bir dükkanı geçerken aniden durdu, geriye dönüp kapıdan içeri bakarak hayal meyal gördüğü tezgahtar kıza bir kez daha baktı. Kendi yaşlarında harika bir genç kızdı. Gözleri ve yüreği takılı kalmıştı. Bir süre düşündükten sonra CD dükkanına girdi. Kız gülümseyerek koştu ona doğru “Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye… Öyle bir gülümseyişti ki, genç şaşırdı, geveledi, bocaladı sonra “Evet” diyebildi… Rastgele bir plağı işaret ederek “Evet, bu CD yi almak istiyorum” dedi. Genç kız plağı aldı, içeri gitti. Az sonra paketlemiş bir şekilde geri geldi. Genç paketi aldı evine geldi ve hiç açmadan paketi dolabına attı…

Ertesi sabah yine aynı dükkana gitti. Yine bir CD sardırdı kıza, yine eve gelip açmadan paketi dolaba attı. Günler hep sardırılıp açılmayan CD alımları ile geçti gitti. Bir türlü genç kıza açılmaya cesaret edemiyordu. Annesine açıldı sonunda… Annesi “Git konuş oğlum, ne var bunda” dedi. Ertesi sabah cesaretini toplayıp aynı dükkana gitti ve yine bir plak seçti. Kız plağı sarmak üzere arka kısma gidince genç “Sizinle bir gece çıkabilir miyiz ?” diye yazarak altında telefonunu ekleyip gizlice kasanın üstüne koydu. Sonra genç kızdan plağı alarak kaçarcasına uzaklaştı dükkandan.

İki gün sonra evin telefonu çaldı. Anne açtı telefonu. CD dükkanındaki tezgahtar kızdı arayan. Delikanlıyı istedi. Gizlenen notu daha yeni bulmuş, ve görür görmez aramıştı. Ama delikanlının annesi ağlıyordu… “Duymadınız mı ? ” dedi, “Dün kaybettik oğlumu…”

Cenazeden birkaç gün sonra anne oğlunun odasındaki eşyaları düzenlerken gözüne dolabındaki paketler ilişti. Paketleri aldı oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı. İçinde bir CD ve birde not vardı: “Merhaba, sizi öyle tatlı buldum ki, bir akşam birlikte çıkalım mı ? Jacelyn..!”

Bir başka paketi açtı. Yine başka bir not vardı:

“Siz gerçekten çok tatlı birisiniz, hadi beni bu gece için davet edin artık…

Sevgiler…
Jacelyn..!”

Gitarcının Aşkı

Hayatın her köşesine gurur denen duygu sinmiştir sizi en zayıf anınızda yakalamak için.Ancak gururun en büyük düşmanız aşktır ve insanları en çok yaraladığı an aşık oldukları andır.Bu yüzden siz siz olun aşık olunca gururu hayatınızın en ıssız köşesine atın.Aşk gurur yapmaya gelmez, hele bir de karşılıklı olunca…

Sabah erkenden gitarını alıp evden çıktı… Posta kutusu boştu gene. Yoo, hayır. Beyaz bir şeyler vardı. Kalbi hızla çarparken, kutuyu açıverdi. Elektrik faturası gelmişti… Hem de her zamankinden “hoş” bir miktarda… Başka bir şey olmadığını bildiği halde, gene kutunun içine baktı… Boş… Dışarısı, ne soğuk ne de sıcak… Kapalı bir havaydı. Yağmur yağmaması için dua etti… Şemsiye evde kalmıştı ne de olsa… Karşıya geçmek için trafik lambalarının yanında durdu… Önünden son sürat geçen araba, bütün çamuru sıçrattı… En sevdiği siyah pardesüsü de batmıştı… Karşıya geçti. Karnı açtı… Her pazar sabahı uğradığı café’ye gitti…”Tadilat nedeniyle kapalıyız.” yazısını okurken, gülümsedi… Aklına mezar taşına yazılabilecek bir şey geldi “Tadilat nedeniyle oldu… Açlıktan…” Neyse dedi kendi kendine “O kadar da aç değildim.” Sonra bir yerlerde yerim diye düşünerek yürümeye başladı. Derken yanından geçen bir grup çocuk, ona sertçe çarptı. Yere yığıldı. Karşısında, evin balkonunda oturan bir grup genç kız, gülüyorlardı… Ona gülüyorlardı… Ayağa kalkarken, cebindeki bozuklukların düştüğünü fark etti. Her biri ayrı bir yöne yuvarlanıyor… Çatlaklardan, deliklerden düşüp,kayboluyordu. Parası da gitmişti. Bir gitarı, bir de canı vardı…Yemek yiyecek, eve gidecek parası kalmamıştı… Yorgundu. Mektup yazmayan, arayıp sormayan, çok sevdiği o kızla bir zamanlar gittikleri parkı hatırladı… Orada küçük çocuklar bileklik, kolye gibi hediyelik eşya satarlar… Müzisyenler maharetlerini gösterir, para kazanır, kızlara hava atarlardı… Parktaki o eski neşe kalmamıştı. Yolun kenarına geçti. Elindeki gitar çantasını yere koydu. Gitarını çıkarıp, o “en” hüzünlü besteyi çaldı… Sonra, o kıza bestelediği parçayı… Ve bir başkasını… Ve bir başkasını… Çaldı… Çaldı… Kulağına gelen takırtı sesleriyle kafasını kaldırdı. Gitar çantasına para dolmaya başlamıştı. Sonra, neşeli bir parça çaldı… Para geldikçe, şarkılar daha bir hareketli, daha bir neşeli oluyordu… Güneş batmaya başladı… İleride zabıtalar göründü… Daha fazla kalamazdı orada. Gitarı çantaya koydu ve kalktı… Eve gidecek, yemek yiyecek parası vardı… Belki kirayı hala veremeyecekti, bu ay ama, hiç değilse düşürdüğünü karşılıyordu bu miktar…

Derken yağmur başladı… Eve daha çok var, diye geçirdi içinden. Ne zordu hayat! Yağmur altında yürümeyi severdi… Ama yalnızken değil.Yalnızken, daha bir ağır yağıyordu sanki yağmur… Daha bir soğuk… Eve vardığında, kuşu öterek karşılamadı onu… Sessizlik dolu ev, o an ürpertti… Kafesin yanına gittiğinde, minik kuşu kafesin tabanında yatıyordu hiç kıpırdamadan… Öylece…”Ölüm” dedi… “Sürprizleri seviyor…” Islak giysilerini çıkardı… Kuş gibi o da ölecekti, bu sefil hayatta.

Gitar çantasını açtı, kalan bozuklukları almak için. Arada beyaz bir kağıt gördü… Açar açmaz, yazı tanıdık geldi… O beyaz ellerin yazdığı notu okurken, önce heyecanlandı, sonra üzüldü… Notta: Demek hala bizim parçamızı çalıyorsun… Ve yine çok hüzünlü bir şekilde. Beraber aldığımız kuşları hatırlıyor musun? Bendeki bu sabah öldü… Ayrılığa dayanamadı herhalde… Ama, biz insanız, dayanabiliriz değil mi? Yarın gidiyorum bu şehirden… Kendine iyi bak… Hoşçakal! Anladı o an, işlediği hatayı… Ne kadar da bencil olmuştu bugüne kadar. O bu şehirdeydi… Ve hiç aramamıştı… O arar diye. Şimdi aynı şehirde bile olmayacaklardı. Gün batışını aynı anda izleyemeyecek, aynı ortamda aynı havayı solumayacaklardı… Ama, o da affetmezdi ki… Yoksa eder miydi? Dal rüzgarı affeder, ama kırılmıştır bir kere, diye geçirdi içinden… Kapı çaldı… Ne de çok istedi o an için, kapıdakinin o olmasını… Bu nedenle açmadı kapıyı… O umudu taşımak istedi hep içinde… Sonra uykuya daldı… Bir daha uyanmamak üzere…”

Aşkın Gözü Kördür?

Hayat boyu en sık duyduğunuz sözlerden biri de hiç şüphesiz “aşkın gözü kördür” sözüdür.Bu söz neden söylenmiştir diye hiç merak ettiniz mi?Yada bu söz ne anlam ifade ediyor diye? İşte merakınızı giderecek yada sorunuzza cevap olabilecek bir hikaye

http://img.blogcu.com/uploads/1001resim_askin-gozu-kordur-ask-resimleri.jpg

Uzun zaman önce, dünya yaratılmadan, insanlar dünyaya ayak basmadan önce, iyi huylar ve kötü huylar ne yapacaklarını bilmez halde dolanıyorlarmış.

Bir gün, toplanmışlar ve her zaman ki gibi oturuyorlarken Saflık ortaya bir fikir atmış:”Neden saklambaç oynamıyoruz?” Hepsi bu fikri beğenmiş ve hemen Çılgınlık bağırmış: “Ben ebe olmak istiyorum.” Başka kimse Çılgınlığı arayacak kadar çıldırmadığı için Çılgınlık bir ağaca yaslanmış ve saymaya başlamış: 1, 2, 3… çılgınlık saydıkça iyi huylar kötü huylar saklanacak yer aramışlar.

Şefkat, ayın boynuzuna asılmış; İhanet çöp yığınının içine girmiş; Sevgi bulutların arasına kıvrılmış; Yalan bir taşın altına saklanacağını söylemiş ama yalanmış, çünkü gölün dibine saklanmış; Tutku, dünyanın merkezine girmiş, Para Hırsı bir çuvalın içine girerken çuvalı yırtmış… Ve Çılgınlık saymaya devam etmiş: “79, 80, 81…” Aşk’ın dışında bütün iyi huylar zaten o ana kadar saklanmış. Aşk, kararsız olduğu gibi, nereye saklanacağını da bilmiyormuş. Bu bizi şaşırtmamalı, çünkü hepimiz Aşk’ı saklamanın ne kadar zor olduğunu biliriz. Çılgınlık 95, 96, 97…’ye gelmiş ve 100′e vardığı anda Aşk sıçrayıp güllerin arasına girmiş ve saklanmış. Çılgınlık bağırmış: “Sağım, solum sobe..!” Ve arkasını döndüğünde ilk önce Tembelliği görmüş; o ayaktaymış. Çünkü saklanacak enerjisi yokmuş. Sonra Şefkat’i ayın boynuzunda görmüş ve İhanet’i çöplerin arasında… Sevgi’yi bulutların arasında; Yalan’ı gölün dibinde ve Tutku’yu dünyanın merkezinde… Hepsini birer birer bulmuş. Sadece biri hariç. Ve Çılgınlık umutsuzluğa kapılmış, en son saklanan kişiyi bulamamış. Derken Haset, bulunamadığı için haset duyarak Çılgınlığın kulağına fısıldamış:”Aşk’ı bulamıyorsun, o güllerin arasında saklanıyor.” Çılgınlık çatal bir sopa almış ve güllerin arasına çılgınca saplamış, saplamış, saplamış… Taa ki, yürek burkan bir haykırma onu durdurana kadar. Haykırıştan sonra, Aşk elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış ve parmaklarının arasından iki sicim gibi kan akıyormuş. Çılgınlık, Aşk’ı bulmak için heyecandan Aşk’ın gözlerini çatal sopa ile kör etmiş. “Ne yaptım ben? Ne yaptım ben?” diye bağırmış Çılgınlık. “Seni kör ettim, nasıl onarabilirim?” Ve Aşk cevap vermiş: ”Gözlerimi geri veremezsin ama benim için bir şey yapmak istersen benim kılavuzum olabilirsin…

”İşte o günden beri AŞK’ın gözü kördür ve her zaman ÇILGINLIK yanındadır…

Hayaldeki Sevgili

Hayeldeki sevgilinin yerini kendisi doldurabilir mi?

Üniversiteli delikanlı, Kolejli kıza bir voleybol maçında rastladı. Okul salonundaydı maç. Tribünsüz, minik bir salon… Seyircilerle, oyuncular arasında, sahanın çizgisi vardı sadece… O kadar yakındılar… Delikanlı, bu tatlı, bu güzel, bu dünyalar şirini kızı ilk defa görüyordu takımda… Hoşlandığını, fena halde hoşlandığını hissetti. Az sonra bir şeyi daha hissetti. Uzun zamandan beri maçı değil, o güzel kızı izlediğini… Kız servis atarken hemen önünden geçti. Göz göze geldiler… Kız gülümsedi… Delikanlı, çok popülerdi o yıllarda… Kız onu tanımış olmalıydı. Kim bilir, belki kız da ondan hoşlanmıştı… Belki de delikanlı öyle olmasını istediği için ona öyle gelmişti… Set değişip, takım karşıya gidince, delikanlıda yerini değiştirdi, o da karşıya gitti… Üçüncü sette tekrar eski yerine döndü… Kızda gidiş gelişleri fark etmişti galiba… Bir defa daha gülümsedi. Manidar… “Anladım.” der gibi bir gülümseyişti bu… Delikanlı o hafta boyu hep bu dünyalar şirini kızı düşündü…

Pazar günü, sabahın köründe kalktı, erkenden oynanacak maçı, ne maçı canım, o dünyalar şirini kızı görmek için… Delikanlı artık kızın hiçbir maçını kaçırmıyordu… Dahası… Ankara Koleji’nin her dağılış saatinde, okul civarında oluyordu, onu bir kez daha görmek için… Karşılaştıklarında, hafif çok hafif bir gülümseme, çok minik bir baş eğmesi ile selamlaşır olmuşlardı… Bir defasında, yaptığına sonra kendisi de günlerce güldü… O gün gene tesadüfmüş gibi, okul dağılımı kızın karşısına çıkmış, gülümseyerek selamlamış, sonra arka sokaklara dalıp, yıldırım gibi koşarak, bir blok ötede gene karşısına çıkmıştı… Kız bu defa, iyice gülmüştü… Karşısında, sözüm ona ağır ağır yürüyen, ama nefes nefese delikanlıyı görünce…

Delikanlı, voleybol takımının kaptanını iyi tanıyordu. Arkadaştılar. Sonunda bütün cesaretini topladı, kaptana açıldı… O kızdan fena halde hoşlanıyordu. Galiba kız da ona karşı boş değildi. Bir yerde, bir şekilde tanışmaları gerekiyordu… O zamanlar, bu işler böyle oluyordu çünkü… Kaptan, “Tabi.” dedi… “Bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermiştik zaten. Sende gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanışırsınız… “Mutluluk işte bu olmalı” diye düşündü delikanlı… “Mutluluk işte bu…” Ve konser gününe kadar geceleri hiç uyuyamadı… Konser gününü de hiç ama hiç unutmadı… O ne heyecandı öyle… Konserin verildiği sinemanın kapısında tanıştılar… El sıkıştılar… O güzel ele dokunduğu anı da hiç unutmadı delikanlı… Kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yaptı. Delikanlı ile dünyalar şirini kız yan yana düştüler. İnanamıyordu delikanlı… Onunla nihayet yan yana oturduğuna, onun sıcaklığını hissettiğine, onun nefesini duyduğuna inanamıyordu… Biraz önce tanışırken tuttuğu el, bir karış ötesinde öylesine duruyor, delikanlı, sahnede dünyanın en romantik şarkısı söylenirken o an dünyanın bütün şarkıları dünyanın en romantik şarkısıydı ya… O eli tutmak için öylesine büyük bir arzu duyuyordu ki içinde.. Ama uzatamıyordu işte elini… Her şey böyle iyi giderken, yanlış bir hareketle, onu ürkütebileceğinden, incitebileceğinden öylesine korkuyordu ki… Sonunda dayanamadı, sanki kolu uyuşmuş gibi, uzandı… Kolunu kızın koltuğunun arkasına koydu… Kızın omzuna değil… Koltuğun üzerine… Sonra kız arkaya yaslandı… Bir kaç saç teli, delikanlının elinin üzerine dokundu… Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu artık genç adamın… Dünyalar şirini kızın saçları eline dokunuyordu çünkü…

Konserden çıkarken, kız, şakalaştı: “Sizi her maçımızda görüyoruz. Alıştık neredeyse. Yarın Adana’da maçımız var… Gözlerimiz sizi arayacak…” Hayır, aramayacaktı… Delikanlı o anda kararını vermişti çünkü… Cebinde onu otobüsle Adana’ya götürüp getirecek, hatta öğle yemeğinde bir de Adana Kebap yedirecek kadar para vardı… Gece yarısı kalkan otobüse bindi… Sabah erkenden Adana’ya indi. Maç saatine kadar başı boş dolaştı. Salona erkenden girdi, en ön sıraya tam servis köşesine en yakın yere oturdu… Takımlar sahaya çıkarken, salondaki en heyecanlı seyirci oydu. Maç falan değildi sebep tabii… İlk sette kız farkında bile değildi onun… Nerden olsundu ki… İkinci sette öbür tarafa gittiler… Döndüklerinde, üçüncü sette kız fark etti delikanlıyı… Yüzünde çok ama çok şaşkın bir ifade, biraz mutluluk, birazda gurur vardı sanki… Ankara’nın hele Kolej’de çok popüler bu delikanlısının onun için ta oralara geldiğini bilmenin gururu… Maç bitti. Kız soyunma odasına, delikanlı garajlara gitti. Tek kelime konuşmadan… Konuşmaya gelmemişti ki… Kız “Keşke orada olsaydın.” demişti. O da olmuştu.

İşte… Hepsi o… Ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki aslında… Bir gün üniversite kantininde gazete okurken, iç sayfalarda bir şiire rastladı. Daha doğrusu bir şiirden alınmış bir dörtlüğe… Söylemek istediği her şey bu dört satırda vardı. sanki… Bembeyaz bir karta yazdı o dört satırı… Öğleden sonrayı zor etti, Kolejin önüne gitmek için… Kızın karşıdan geldiğini gördü. Koşarak yanına gitti. “Bu sana” diye kartı eline tutuşturdu ve kayboldu ortadan… Kız, Necip Fazıl’ın dört satırını okurken…

“Ne hasta beklerdi sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar..!”

Ertesi gün öğleden sonra, tarif edilemez heyecanlar içinde Kolej’in önündeydi gene… Kız karşıdan geliyordu… Bu defa yanında arkadaşları yoktu. Yalnızdı… Yaklaştığında işaret etti delikanlıya… Gözlerine inanamadı genç adam… Onu yanına mı çağırıyordu yoksa… Evet, çağırıyordu işte… Kalbinin duracağını sandı yaklaşırken… “Sana bir şeyler söylemek istiyorum” dedi kız… O da heyecanlıydı, belli… “Bak iyi dinle… Dünkü satırlar için çok teşekkürler… Herhalde hissettin, bende senden hoşlanıyorum. Ama senden evvel tanıdığım birisi daha var. Ondan da hoşlanıyorum ve henüz karar veremedim, hanginizden daha çok hoşlandığıma… Ve de şu anda, onu terk etmem için bir sebep yok.” “O zaman karar verdiğinde ve de eğer seçtiğin ben olursam, hayatında başka kimse olmazsa, ara beni…” dedi, delikanlı ikiletmeden… Ayrıldı kızın yanından… Bir daha voleybol maçına gitmeden, bir daha okul yolunda önüne çıkmadan… Bir daha onu hiç görmeden… Yıllarca sonra Levent’in söyleyeceği şarkıda ki Sezen’in sözlerini o, o zaman biliyordu sanki. Aşk onurlu olmalıydı… Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi… Tıpkı, kıza verdiği o dörtlükteki gibi bekledi… Hastanın sabahı, şeytanın günahı beklediği gibi bekledi… Heyecanla bekledi. Hırsla, arzuyla bekledi. Umutla, umutsuzlukla bekledi. Bazen öfkeyle bekledi… Ama bekledi… Başka hiç kimseye bakmadan, başka hiç kimseyi bulmadan bekledi. Bir gün bir şiir antolojisinde şiirin tamamını buldu… İki dörtlüktü şiir… İlki kıza verdiği… Bir ikinci dörtlük daha vardı o kadar… O dörtlüğü de bir kartın arkasına dikkatle yazdı… Cebine koydu… Bekleyiş sürüyor, sürüyordu… Okullar kapandı, açıldı… Aylar, aylar geçti… Bir gün delikanlı, kızı aniden karşısında gördü… “Günlerdir seni arıyorum.”dedi. “Günlerdir seni arıyorum. İşte sana haber… Artık hayatımda hiç kimse yok..!” “Yaa” dedi delikanlı… “Yaa” dedi sadece… Kalbi heyecandan ölesiye çarparken, aylardır ölesiye beklediği an gelip çatmışken, ağzından sadece bu ses çıkmıştı… “Yaaa..!” Cebinde artık iyice eskimiş kartı uzattı kıza… “Sana bir şiirin ilk dörtlüğünü vermiştim ya bir gün…” dedi.. “Bu da sonu onun…” Sonra yürüdü gitti, arkasına bile bakmadan… Kız ikinci dörtlüğü oracıkta okurken…

“Geçti istemem gelmeni
Yokluğunda buldum seni.
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar..!”

Aradan yıllar, çok ama çok uzun yıllar geçti. Delikanlı bugün hala düşünüyor… O uzun, çok uzun bekleyiş mi öldürmüştü aşkını? Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmıştı ki, artık yaşayan hiç kimse bu hayali dolduramazdı… O sevgilinin kendisi bile… Hayalindekini canlı tutmak için mi, canlısını silmişti yani..? Ya da… Ya da… Bir şiirin romantizmine mi kapılmış, bir delikanlılık jesti uğruna, mutluluğunun üzerinden öylece yürüyüp mü gitmişti acaba? Delikanlı bu soruların yanıtını bugün hala bilmiyor…

Çiçeğin Suya Olan Aşkı

Sadece seni seviyorum demek yetmez!…

Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.

İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.

Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su’ya aşık olmuştur.

İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar, “Sırf senin hatırın için ey su” diye…

Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki, çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.

Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba “Su beni seviyor mu?” diye düşünmeye başlar.

Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle… Halbuki çiçek, alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.

Çiçek, suya “Seni seviyorum der. Su, “Ben de seni seviyorum” der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine “Seni seviyorum” der. Su, yine “Ben de” der. Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler…

Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya “Seni seviyorum.” der.

Su da ona “Söyledim ya ben de seni seviyorum.” der ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin. Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine…

Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya der ki; “Seni ben, gerçekten seviyorum.” Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye…Doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Sonra şöyle der doktor: “Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden birşey gelmez.”

Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki: “Çiçeğin bir hastalığı yok dostum… Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için” der.

Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece “Seni seviyorum” demek yetmemektedir…

Telefondaki Ses

Aşk, görünüşe verilen önem değil, kalpte hissedilen güzelliktir…

David o gün çok yoğundu, seçim kampanyaları devam ediyordu. Aceleyle çevirdiği telefonda karşısına çıkan şarkı gibi bir sesle karşılaşınca şaşırdı. Özür dileyip kapattı. Ama o hoş ses aklından çıkmıyordu. Ertesi gün sabah erkenden o numarayı aradı. Telefon çalarken kalbi çok hızlı çarpıyordu. Evet karşısında yine o tatlı ses vardı. Kendisini tanıttı. Konuşmaya başladılar. Konuştukça kızdan daha da etkileniyordu. Günler geçti. Hergün onunla konuşuyordu, onun sesini duymadan güne başlayamıyordu. Kızgın olduğunda sakinleştiriyor, üzgünken neşelendiriyor, monoton günlerde yeni heyecanlar aşılıyordu. O soğuk kış günleri bu sıcacık sesle ısınmış ve bahar gelmişti.

Bu arada seçim kampanyaları da çetin bir şekilde devam ediyordu. Bu arada aklından ve kalbinden çıkaramadığı o kızla evlenmeliyim diye düşünmeye başladı. Bu kampanyası içinde olumlu olurdu. Danışmanı başının etini yiyordu. “Evlenirsen, raitingin 10 puan artar.” diye… Şu ana kadar bu konuyu pek ciddi düşünmemişti. Neden olmasın dedi ve hızla telefonu çevirdi. Hiç nefes almadan evlenmek istediğini söyledi, kampanyasını anlattı, hayallerinden bahsetti, seçimden sonra Karayipler’de bir balayından bile bahsetti. Onun çoşkusu genç kıza da geçmişti. Ama bir anda sessizleşti ve mırıltılı bir sesle: “Henüz beni görmediniz, ya beğenmezseniz?” dedi. David “Bu kadar güzel bir sesin ve kalbin sahibi çirkin olamaz herhalde…” dedi. Bu arada eski neşesini ve çoşkusunu kaybetmişti. O zaman yarın buluşalım dedi. Buluşacakları yeri konuştular. Ertesi gün David heyecanla buluşacakları yere geldi. Biraz sonra uzaktan yanında köpeği ile güzel bir kız geliyordu. Acaba o mu diye düşündü. Ama parkın o kısmındaki tek kişi olmasına rağmen ona bakmıyordu. Uzaklara çok uzaklara bakıyordu. Sanırım o değil dedi. Kızın gözlerinde güneş gözlükleri vardı. Kızın gözlerinin ne renk olduğunu düşünmeden edemedi. Kız, David ile telefondaki meleğin buluşacağı havuzun yanına kadar geldi. O da ne elinde bir beyaz baston vardı. David şaşkınlıkla ona bakakaldı. Bu o telefonlarda konuştuğu meleğiydi. Ama o kördü. Ne yapmalıyım diye düşündü. Kaçıp gitmeli mi? Herşeye rağmen elini tutup konuşmalı ve onunla evlenmeli miydi? David yutkundu ve birkaç adım atıp, kızın yanından geçip sessizce gitti. Parkın dışına çıktığında son birkez dönüp kıza baktı. Kız hala uzaklara doğru bakıyor, köpeğiyle konuşuyor ve David bekliyordu.

David günlerce, onu bekleyen kızın hayalini unutamadı. Sürekli doğruyu yaptığına kendini inandırmaya çalışıyordu. Bazen eli telefona gidiyor, o gün işim çıktı gelemedim deyip, yine herşeye yeniden başlamayı düşünüyordu. Günler geçti ve seçimler sonuçlandı. David seçimleri kaybetti. New Jersey Valisi olamamıştı. Yine avukatlığa devam etmeye başladı. Noel hazırlıklarının devam ettiği o öğlen, sekreteri içeri girerek, davanın 25 dk sonra olacağını hatırlattı. Hızla hazırlandı. Çantasını alıp adliyeye gitti. Yerine geçti oturdu. Önemli bir tecavüz davası görülüyordu ve sanığı David savunacaktı, işi zordu. Biraz sonra karşı taraf ve hakimde yerlerini almıştı. David ilk tanığa sorusunu sordu. Moralinin bozulmaması için karşı tarafın avukatına dönüp bakmamıştı bile. İkinci tanık ile ilgili notlarına bakarken, yüksek topuklu bir ayakkabı sesi duydu. Karşı tarafın avukatı tanığın yanına gidiyordu. Avukat konuşmaya başladı. Bu ses çok sert, acımasız ama bir o kadarda tanıdık geldi.

Başını kaldırdı daha bir dikkatle baktı. O sırada saçlarını sımsıkı topuz yapmış, menekşe gözlü, dudakları bir çizgi gibi kapalı avukatla gözgöze geldi. İşte o anda gözlerinde birden başka bir görüntü canlandı. Çağlayan gibi omuzlarından aşağı sarkan sarı saçlar, her an gülmeye hazır yürek şeklinde dudaklar, melek gibi bir yüz ve güzel bir vücut. Bu o parktaki kız olabilir miydi..? Yoksa halisülasyonlar mı görmeye başlamıştı. 2 saat sonra dava bittiğinde hiç bir şey hatırlamıyordu. Yanından hızla geçen avukatın peşinden koşup bahçede yakaladı. Tam ağzını açıp konuşacaktı ki. O menekşe göze ta gözbebeklerinin içine kadar sımsıcak bir şekilde baktı; o çizgi halindeki dudaklar güller gibi açarak gülümsedi ve şarkı gibi melodik bir ses duyuldu. “Merhaba o gün parkta sana şaka yapmak istemiştim… Herşeye rağmen beni isteseydin, cesurca yanıma gelip bana telefondaki meleğim demiş olsaydın. Ya da 1-2 saniye daha bekleyebilseydin. Sana evet demek için gelmiştim. Oysa sen kendi kalbini sınavdan geçirdin ve başarızsız oldun… Bu arada, sürekli aradığın… Ya da parktaki günden sonra hiç aramadığın telefon, ofisimdeki direkt telefondu…” Ve telefondaki melek yürüyüp gitti…

Kırmızı Güller

Bazen ölüm ayırsa da kırmızı güller hep oradadır…

Kan rengi, kıpkırmızı güllere bayılırdı. Zaten onlarla adaştı da… Kocasının sevgili Rose’u idi… Her Sevgililer Günü’nde kapısının önünde bulduğu enfes fiyonklarla süslü kucak dolusu kırmızı güllerle kutlardı. Hiç aksamadan. Hatta, eşini kaybettiği yıl dahi kapısı çalınmış, gülleri kucağına bırakılmıştı.Tıpkı geçmişte olduğu gibi, küçük bir kartla birlikte. Her yıl güllere iliştirdiği karta aynı cümleleri yazardı:

“Seni bu sene, geçen senekinden daha çok seviyorum.” Birden, bunların son gülleri olduğunu düşündü… Önceden ısmarlamış olmalıydı. Öleceğini nasıl bilebilirdi? Zaten her şeyi önceden planlamayı ve yapmayı severdi. Gülleri özenle içeri taşıdı. Saplarını kesti, vazoya yerleştirdi. Vazoyu da konsolun üzerine, eşinin kendisine, gülümseyen fotoğrafının yanına koydu. Orada kocasının koltuğunda oturup saatlerce gülleri ve fotoğrafı seyretti. Sessizce… Bitmek bilmeyen bir yıl geçti. Yapayalnız ve hüzün dolu bir yıl… Sonra bir sabah kapı çalındı. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi kıpkırmızı gülleri, üzerinde küçük kartıyla birlikte eşikteydi. Sevgililer Günü’nü kutluyordu. Gülleri içeri aldı. Şaşkınlık içinde doğru telefona gitti. Çiçekçi dükkanını aradı. Onu bu kadar üzmeye kimin ne hakkı vardı? Biliyorum dedi, çiçekçi. Eşinizi geçen yıl kaybettiniz. Telefon edeceğinizi de biliyordum. Bugün size yolladığım gülleri çok önceden ısmarlayıp, parasını da ödemişti. Hep öyle yapardı zaten. Hiç şansa bırakmazdı. Dosyamda talimat var. Bu çiçekleri size her yıl yollayacağım. Bir de özel kart vardı. Kendi el yazısıyla. Bilmeniz gerek diye düşünüyorum. Ölümünden sonra çiçeklere iliştirmemi istediği kart. Rose hıçkırıklar arasında teşekkür ederek telefonu kapadı. Parmakları titreyerek zarfı açtı:

“Merhaba sevgilim” diye başlıyordu kart. “Bir yıldır ayrıyız. Umarım senin için çok zor olmamıştır. Yalnızlığını ve acılarını hissedebiliyorum. Giden sen, kalan ben olsaydım neler çekerdim, kim bilir? Sevgi paylaşıldığında yaşamın tadına doyum olmuyor. Seni kelimelerle anlatılamayacak kadar çok sevdim. Harika bir eştin. Dostum, sevgilim, benim. Sadece bir yıldır ayrıyız. Kendini bırakma. Ağlarken bile mutlu olmanı istiyorum. Onun için bundan sonraki yıllarda güller hep kapımızda olacak. Onları kucağına aldığında paylaştığımız mutluluğu ve kutsandığımızı düşün. Seni hep sevdim. Her zaman da seveceğim. Ama yaşamalısın. Devam etmelisin. Lütfen mutluluğu yeniden yakalamaya çalış. Kolay değil, biliyorum ama bir yolunu bulacağına eminim. Güller, senin kapıyı açmadığın güne dek gelmeye devam edecek. O gün çiçekçi beş ayrı zamanda gelip kapıyı çalacak, eve dönüp dönmediğini kontrol edecek. Beşinciden sonra emin olarak gülleri ona verdiğim yeni adrese getirip seninle yeniden ve ebediyen kavuştuğumuz yere bırakacak…”

Sponsorlu Bağlantılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

RenkliNOT